-Belene-
WwW.GocmenPiyanistler.CoM -Bulgarca Mp3
FORUMDAKİ ALBÜM VE PİYANİST ÇALIŞMALARINI İNDİREBİLMENİZ İÇİN FORUMUMUZA ÜYE OLMANIZ GEREKMEKTEDİR .ÜYE OLDUKTAN SONRA E-MAİL ADRESİNİZDEN AKTİVASYON MAİLİNİZİ AKTİF EDİNİZ
WwW.GocmenPiyanistler.CoM -Bulgarca Mp3
FORUMDAKİ ALBÜM VE PİYANİST ÇALIŞMALARINI İNDİREBİLMENİZ İÇİN FORUMUMUZA ÜYE OLMANIZ GEREKMEKTEDİR .ÜYE OLDUKTAN SONRA E-MAİL ADRESİNİZDEN AKTİVASYON MAİLİNİZİ AKTİF EDİNİZ
WwW.GocmenPiyanistler.CoM -Bulgarca Mp3


 
AnasayfaKapıLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Atam


Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum

-Belene- Cfkzl
Ana Sayfa
-Belene- Cfkzl
Forum
-Belene- CfkzlBize Ulaşın(Yardım)
-Belene- Cfkzlİstek Yap
-Belene- CfkzlÖzel Albümler
Arama
 
 

Sonuç :
 

 


Rechercher çıkıntı araştırma
Reklam Alanı
En son konular
» YFUFIUGFGU
-Belene- Icon_minitimeSalı 13 Ağus. 2019, 20:03 tarafından veli81

» Folk Collection 12 (2015 Album) Download
-Belene- Icon_minitimePtsi 04 Tem. 2016, 12:11 tarafından oki78

» Bulgarca Oyun Havaları 2013 İlkdefa Bizde
-Belene- Icon_minitimePtsi 04 Tem. 2016, 11:49 tarafından oki78

» Pop Folk Summer Hits 2015 Album
-Belene- Icon_minitimePtsi 04 Tem. 2016, 11:42 tarafından oki78

» 23 nisan özel md altyapı paketi
-Belene- Icon_minitimePtsi 16 Mayıs 2016, 23:14 tarafından meteorcun

» Bulgarca kabadan
-Belene- Icon_minitimeSalı 19 Ocak 2016, 13:48 tarafından azererdag

» Anelia - General (CDRIP)
-Belene- Icon_minitimeCuma 15 Ocak 2016, 11:36 tarafından SERDAR179

» Payner Hit Sezoni Zima Full Album 2015
-Belene- Icon_minitimeÇarş. 23 Ara. 2015, 20:09 tarafından veli81

» Payner Summer Hits 2015 vol.1 (CDRip)
-Belene- Icon_minitimePaz 20 Ara. 2015, 09:22 tarafından yengec

» Amet Ft Ork - Planeta - Bend - Kel - Romnie 2015
-Belene- Icon_minitimePtsi 14 Ara. 2015, 16:29 tarafından murat38

» Bulgar köçek oyun havaları Köçek 1
-Belene- Icon_minitimeSalı 01 Ara. 2015, 22:32 tarafından murat38

» Azis Albüm Harici Şarkıları İlk Defa Bizde
-Belene- Icon_minitimePaz 08 Kas. 2015, 21:56 tarafından BIRSEN

» SÜPER OYUN HAVALARI ROMAN POTBORİ FULL KLAVYE
-Belene- Icon_minitimePerş. 22 Ekim 2015, 18:56 tarafından ercsir

» GocmenPiyanistler Bulgarian Hits & Chalga Albüm 2013 Vol-1
-Belene- Icon_minitimeSalı 20 Ekim 2015, 19:08 tarafından Stanislav_Mkv

» Konstantin Ft Desı Slava-Ot Utre Shet e Drugo
-Belene- Icon_minitimePtsi 12 Ekim 2015, 18:56 tarafından Aleksander

» GocmenPiyanistler Türkçe Pop 2014 Vol-1 (En Hit 61 Şarkı)
-Belene- Icon_minitimePtsi 05 Ekim 2015, 22:28 tarafından alpinist1907

» Plevneliev: "Bulgaristan BM yöneticisi için yarışmada güçlü bir oyuncu olacak"
-Belene- Icon_minitimeÇarş. 30 Eyl. 2015, 16:59 tarafından veli81

» TARİHTE BU HAFTA (28 Eylül – 4 Ekim)
-Belene- Icon_minitimeÇarş. 30 Eyl. 2015, 16:55 tarafından veli81

» Alphfa Research: Buglaristanlılar mülteciler istemiyor ve onlara tehlike gözüyle bakıyor
-Belene- Icon_minitimeÇarş. 30 Eyl. 2015, 16:55 tarafından veli81

» Savunma Bakanı Nençev: "Ordu sınıra güvenlik destek gücü göndermeye hazırdır"
-Belene- Icon_minitimeÇarş. 30 Eyl. 2015, 16:54 tarafından veli81

Anahtar-kelime
koddok kurtulus bitecek özgür payduska aşkımız albüm hadi ERCOM 2000 çiçekçi Yeşil cemo cicek osman hopsa ayhan aydın leyla Hüsenka Safiyem susic eray sevdalılar piyanist samet
Eylül 2024
PtsiSalıÇarş.Perş.CumaC.tesiPaz
      1
2345678
9101112131415
16171819202122
23242526272829
30      
TakvimTakvim
En bakılan konular
Piyanist ErAy & Susiç-Guzellere Bakiyorum
Koddok Eurograp Yeni Albüm 2013 İlk Defa Bizde
Bulgarca Oyun Havaları 2013 İlkdefa Bizde
Piyanistler Özel Albüm 2013 Sadece Bizde
GocmenPiyanistler Bulgarian Hits & Chalga Albüm 2013 Vol-1
Kucheci Ot GocmenPiyanistler 1 (2013)
Ercan Ahatlı Chalga Kuchek Albüm 2014 Nete İlk Defa Bizde
Dj Beyhan Ky4ek Albüm 2013
Roman Çocukları FuLL Album
Teodora - Sarce ne mi ostana (2013) [ALBUM CDRip]
En iyi yollayıcılar
veli81
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
hfd
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
Matrax
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
Orkestra Hasan
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
DJ Beyhan
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
ceyhan kitar
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
deniz55
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
celikklarnet
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
ENGINDEN35
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
iskan_kj
-Belene- Vote_lcap-Belene- Voting_bar-Belene- Vote_rcap 
Sayaç
Ayın en aktif yollayıcıları
No user
En aktif konular
Piyanist Aşkın & Dj Tayfun-Remix Albüm 2012 YENİ
HopsaAyhan BalkanShow (RadyoBu Yayın Kaydı)
Bulgarca Oyun Havaları 2013 İlkdefa Bizde
Koddok Eurograp Yeni Albüm 2013 İlk Defa Bizde
Dj Beyhan Ky4ek Albüm 2013
SÜPER OYUN HAVALARI ROMAN POTBORİ FULL KLAVYE
Piyanistler Özel Albüm 2013 Sadece Bizde
Azis Albüm Harici Şarkıları İlk Defa Bizde
Piyanist ErAy & Susiç-Guzellere Bakiyorum
Güncel Türkçe Repertuar



WwW.GocmenPiyanistler.CoM -Bulgarca Mp3'daki "-Belene-" konusunu beğendin mi ? Paylaş.

FacebookTwitterEmailWindows LiveTechnoratiDeliciousDiggStumbleponMyspaceLikedin

Paylaş
 

 -Belene-

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek 
YazarMesaj
veli81
Admin
Admin
veli81

Ikizler Horoz
Mesaj Sayısı : 5437
Kayıt tarihi : 19/06/12
Yaş : 43
Nerden : Bursa/Mestanlı

-Belene- Empty
MesajKonu: -Belene-   -Belene- Icon_minitimeSalı 04 Haz. 2013, 13:57

BELENE KAMPI



-Belene- Belene01



Ufuklardan inen akşamlar ölü

Kavaklar bir öykü fısıldar sessiz

Burada binlerce ceset gömülü

Belene bir mezar mı esrarengiz?

Mayıs 1985 ömer Osman




Bulgaristan'da komünist sistemin 45 yıllık iktidarının bu ülkede yaşayan
Müslüman Türk toplumunun hayatı üzerindeki etkilerini ve yaşanan
gelişmeleri bir gün yazmaya kararlıydım. Türkler'e yapılan zulmün finali
ise Jivkov sisteminin 1984 yılı sonlarından 1989 yılı sonuna kadar
Türkler'e uyguladığı soykırımı ise insanlık tarihinde az rastlanan bir
olaydı. İnsanları adının bile ürperttiği Belene ölüm adasındaki toplama
kampını yıllar sonra tekrar faaliyete geçirip, beş yüz kadar Türk'e
aylarca burada eza ve cefa çektirmesini ilk günden son gününe kadar
görüp yaşadım. O günleri yazmasaydım vicdan azabı çekerdim.



Hatıralarımın esas kısmını içeren 16 ay Belen'de, 13 ay Bobovdol'da ve
on altı ay da sürgünde geçen günleri Türkiye'ye geldiğim 1989 yılı
sonlarında yazmıştım. İyi ki de o zaman vakit ayırıp yazmışım. Yaşanan
olayları şimdi, günü gününe, kişilerin isimlerini de hatırlayabilmem
mümkün değildi. Son günlerde bazılarının ''Neden Belene'yi yazıp,
anlatmıyorsun?'' diye ısrarlı soruları karşısında, o ıstırap dolu
günlerin öncesi de hafızamda canlandı.



Kendi arşivimden, bol miktarda kullandığım fotoğraflarla Bulgaristan'da
Türkler'in hayatının son yarım asrına karınca kaderince ayna tutmaya
çalıştım. Gelecek nesiller için bir belgesel hali alan hatıralarımın
bazı bölümlerini ilk olarak Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmak nasip
oldu.



Mehmet Türker kimdir?



Mehmet Türker 1950 yılında Bulgaristan'ın Kırcaali ilinin Sindelli
köyünde dünyaya geldi. Sofya üniversitesi Batı Dilleri Fakültesi'nde
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. öğretmenlik yaptığı
yıllarda Mehmet Halilov adıyla birçok gazete ve dergide Türkçe ve
Bulgarca haber, röportaj ve hikayeler yayınladı. Bulgaristan'da
asimilasyon harekatına geçildiği 1984 yılı sonunda hükümetin
politikasını desteklemediği için tutuklanıp Belene Kampı'na sürüldü. Bu
kampta tam 485 gün kaldı. Kurtuldum diye sevindiği an bir yıl daha
Bobovdol kasabasındaki tutukevinde cezalandırıldı. 1987 yılında
Dragoviştitsa köyüne sürgüne gönderildi ve orada da 16 ay kaldı. 1989
yılının Mayıs ayında birkaç bavul, 2 çocuğu ve eşiyle Viyana'ya
gönderildi. 31 Mayıs'ta Türkiye'ye geldi. İstanbul'a yerleştikten
sonraki ilk 10 yıl Türkiye gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Ekovitrin
dergisinde ve Kanal 7'de Ekovizyon Programı için hizmet verdi.



Meçhule Yolculuk...



Homurdanarak yol alan otomobilin kasası konserve kutusundan farksız.



Yanımda benim gibi kolları kelepçeli öğretmen Kasım Hasanov da acılar
içinde kıvranıyor. O da dün tutuklanmış, bugünü görmeyebilirim
düşünceleriyle sabahlamış. Virajları göremediğimizden dolayı,
vücutlarımıza hakim olamıyor, o benim üzerime, ben onun üzerine
yığılıyoruz. üç dört yıl önce geldiğim Mestanlı (Momçilgrad) kasabasında
tanışmıştık. çevresinde mert ve saygın birisiydi Kasım Muallim. Ağabey
diyebileceğim kadar yaşlıydı benden. O günlerde gündem konusu olan kendi
milli benliğimizle ilgili ciddi konularda hemfikirdik. Bu konularla
ilgili birileri bizi ihbar mı etmişti acaba? İkimizin de ağızını bıçak
açmıyordu. Karakolda geçirdiğimiz gece, anamızdan emdiğimiz sütü
burnumuzdan getirmişlerdi. O an nereye ve niçin gittiğimizi bilmiyorduk.
Onun dayaktan morarmış yüzüne baktıkça, kendi acılarımı unutur oldum.
Sessizliği ilk Kasım Ağabey bozdu ve hafifçe:



"Benimle ilgili bir şey sordular mı?''



"Hayır. Ya sana beni sordular mı?''



O da hayır deyince, rahatladım. Demek ki, aylardır konuştuğumuz hassas konularla ilgili bir ihbar yoktu.



Acılar içinde kıvranan Kasım Ağabey, yine duyulur duyulmaz bir sesle:



"Sabaha kadar nöbetleşerek dövdüler. Aralarından birisine Albay Halilov
diye hitap ediyorlardı. Hepsi palavra. Güya, bakın bu vatana emniyette
de hizmet eden Türk var diye bizleri kandırıyorlar. Yemezler... Bir an
elinde bir avuç mermiyi gösterip, 'Bunlar senin için. Dışarı çıkarır,
beynini dağıtırım, kimse de hesap soramaz' diye tehditler savurdu'' diye
anlatırken, araba durdu; kapı açıldı.



Otomobile elleri kelepçeli beş kişi daha bindirdiler.



Yaşlıca, karayağız olanın sakalı nereden bakılsa, bir haftalık olmuştu.



Dudakları kıpır kıpır dua okuyan bu hemşehrim benim yanıma oturdu. Her
birinin telaşı yüzünden okunuyordu. Biraz sıkışarak, hepimiz kutu kadar
otomobile sığabildik. Saçı sıfır numara kesilmiş olanın da dua okuduğu
belliydi. Başında şapkası da yoktu orta yaşlı bu kişinin. Oturur oturmaz
yaşlıca adama:



"Hoca mısın?'' dedi. Yaşlıca olan da:



"Biraz öyle'' diye cevap verdi.



"Bende de biraz hocalık vardır'' diye ekledi orta yaşlı, saçları sıfır
kesilmiş olan. Otomobil yükünü almış, tekrar harekete geçti. Kısa bir
sükunetten sonra hepimizin kafasındaki "Nereye götürüyorlar bizi?''
sorusu birisi tarafından seslice soruldu. Her kafadan ayrı bir yorum
çıkıyor, kimi Eski Zağra, kimi Lovça, bir başkası da Sofya cezaevlerine
götürüldüğümüz tahminlerini yürüttü. Hiçbirimizin ilk aklına gelen ve en
muhtemel gidebileceğimiz Belene'yi korkudan telaffuz etmeye dili
varmıyordu. Oysa, Belene denince tüylerimizin ürperdiği o ölüm adasına
son iki üç günden beri onlarca kişinin hapsedildiğini duymuştuk. Buna
rağmen meçhule gidiyoruz diye kendimizi aldatıyorduk.



Türk olmak suçtu



Son bir kaç haftadan beri Bulgaristan Komünist Partisi'nin aldığı bir
kararla artık bu ülkede Türk ismi ve Türk varlığı diye bir şey
kalmayacaktı. Edinilen bilgiye göre devlet bu sorunu çözmeye o kadar
kararlıymış ki, Türk nüfusun yüzde onunun imha edilmesi bile göze
alınmış. Yirminci yüzyılın sonunda böyle bir vahşetle karşı karşıya
kalan Bulgaristan Türkleri için varoluşlarının en kötü günleri gelip
çatmıştı. Bu asrın sonunda bu tutuklamalar, kurşuna dizme olayları
Patagonya'da değil, bir Avrupa ülkesi Bulgaristan'da yaşanıyordu. Bundan
böyle ben Mehmet, ağabeyim Ahmet, kızkardeşlerim de Emine, Fatma,
Hayriye olmayacaklardı!? Bunları düşünmek bile insanı kahrediyor. Ve
bunu düne kadar beş asır boyunca Osmanlı esareti altında yaşayan bir
avuç Bulgaristan yapıyordu! Bütün bu girişimler ve halk arasında burada
asırlardan beri yaşamakta olan Türkler'in Müslümanlaştırılmış Bulgarlar
oldukları hep uydurulmuş masallardı ve bir gün bütün bunların yanlış
olduğu ortaya çıkacaktı. İki milyon Türk'ün yok olmasına dünya kamuoyu
göz yumamazdı. Bizler şu anda böyle bir aptal politakanın mağdurları
olarak arkamızda gözü yaşlı ana-babalar, eşler, çocuklar ve akrabalar
bırakmışız.



Suçumuz ise Türk olmak.



ölüp ölüp dirildik



Yola çıkalı 3-4 saat oldu. İki gündür kimsenin kursağına bir lokma bir
şey inmemişti. Bir ihtiyaç molasıdır diye düşündük. Dışarıdan kulağımıza
gelen konuşmalar korkunçtu...



"Şu analarını s... feslerini (Fes dedikleri Türkler'di) burada mı gebertelim, yoksa biraz daha ileride mi?''



"Nerede ölecekleri hiç de önemli değil. Nasıl olsa bizden hesap soracak mı var? Ha burada, ha orada'', derken bir üçüncüsü:



"Hadi biraz daha gittikten sonra işlerini bitiririz'' demesiyle bizde
bet beniz kalmadı. Nabızlarımızın atışını kulaklarımızla duyar olduk.
Birbirimize bakmaya korkuyorduk. Her birimiz bildiği duayı okuyorduk.
Belki az sonra kelime-i şahadet getirebilirdik. Şu anda suçsuz tutuklu
olmamızın da hiçbir anlamı kalmamıştı. Birkaç gün önce Kirli ve
Mestanlı'da öldürülenler de suçsuzdu. Bulgar tarihinde bu tür olayların
da nicelerinin yaşandığını biliyorduk. Kendi halkını bile katledenlerden
her şey beklenirdi.



Otomobil tekrar yola koyulunca, bir daha hiç durmamasın istedik. Müthiş
bir korku içinde her birimizin kendinden geçmiş bir hali vardı. Kimse
konuşmuyordu. Otomobilin konserve kutusu gibi kapalı kasasının
tavanından sadece gökyüzü görünse de büyük şehirlerden geçerken, yüksek
binaların tepelerindeki yazılardan hangi şehirden geçtiğimizi tahmin
etmek de mümkündü. Otomobil düz bir ovadan sonra rampa yola girdi.
Virajdan viraja giriyordu. Sık sık düşük viteslerin birinden diğerine
geçiyordu.



Donmaktan kurtuldum



Akşam oluyordu. Soğuk da giderek kendini hissettiriyordu. Balık istifi
gibi yolculuk bizi mahvetmişti. Birbirimize dayanmasak, yerimize yığılıp
kalacağız. Aramızda benden başka paltosuz yoktu. Tutuklamaya gelen
polisler, öğretmenler odasından pardesümü almama bile izin
vermemişlerdi.



Derler ya her işte bir hayır var; Ahmet Efendi'nin paltosu hayli bolcaydı.



Ayrıca sol kolu da kelepçesizdi. Soğuğa dayanamaz olduğum bir anda Ahmet Efendi'ye dönerek:



"Aman Hocam, 'Allah'ını seversen şu paltonla beni sar!'' dedim. Ricam
üzerine Ahmet Efendi kolunu paltosunun yeninden çıkarıp, benim sırtımı
çulladı. Böylece otomobilde donmaktan kurtuldum.Bitmek tükenmek bilmeyen
yol uzadıkça, içimizdeki ümit kıvılcımı da büyüyordu. Gecenin
karanlığında hâlâ bir avuç büyüklüğündeki Bulgaristan sınırları
içerisinde mi dolaşıyorduk? Ah bir sabah olsaydı... Yeni gün yeni kısmet
derler ya! Böyle iyimser hayaller içindeyken, otomobil durdu.



Hepimiz birbirimize bakıştık. Bu bakışlar birbirimize son bakış mı
olacaktı? Acı acı yutkunduk. Dudaklardan eksik olmayan dualar
okunuyordu. O an en kötüsü akla geliyordu: Acaba kurşunu çekecekleri
yere mi gelmiştik? Allah korusun! Her birimiz çoluk çocuk sahibi... Ben
henüz bugünlerde çocuk sahibi olmayı bekliyordum. İki gün önce
tutuklandığım haberini almışlar mıydı acaba? İki hafta sonra doğum
yapması gereken eşimi böyle acı bir haber çok kötü etkilemez miydi?
Allah yardımcımız olsun derken, otomobilin kapısı açıldı, "İnin!'' emri
verildi.



Ayazda tek donla kaldık



-Belene- Icon_arrow
Yere indik. Soğuktan katılaşmış vücutlarımızı doğrultmakta güçlük
çekiyorduk. Nereden bakılsa, on saattir aynı vaziyette yoldayız.
Etrafımızda gördüğümüz manzara bizi bir kez daha ürküttü. Bizi çember
içine almış ellerinde otomatik silahlı polisler, kurt köpeklerini zor
zaptediyorlar. üç sıra dikenli tellerden örülü bu avlu cezaevinden başka
bir yere ait olamazdı, ama hangisine? Şaşkın şaşkın etrafımıza
bakınırken silahların dipçikleriyle bir "Hoşgeldiniz'' aldık. Yerde diz
boyu kar... Ayaz etrafı donduruyor. Sırtımda Ahmet Efendi'nin paltosu da
yok.



-Belene- Icon_arrow
İncecik ceketten soğuk iliklerime işliyordu. önce kelepçeleri aldılar.
Bir alışkanlık, soğukta hemen ellerim cebime gitti. "Bıçak mı
çıkaracaksın devletin polisine?'' diye sırtıma inen cop bir kez daha
bana sokakta değil, cezaevinde olduğumu hatırlattı. Hepimiz bir sıra
olduk tel avlunun boyuna ve başladık beklemeye. Her an birinin "Ateş''
emri vermesinden korkuyorduk. Böyle anlarda dakikalar saat, saatler de
gün kadar uzun sürer.



-Belene- Icon_arrow Beklediğimiz emir gelmedi. İçimizde küçücük ümit kıvılcımları canlandı.



-Belene- Icon_arrow
Soğuktan yüzlerimiz morarmış, çenelerimiz tutmaz olmuştu. Kar üzerinde
soyunmamızı emrettiler. Anadan doğma soyunduk, üstümüzde tek don kaldı.



-Belene- Icon_arrow
Tek tek içeride bir görevli tarafından üzerimiz, bıçak, silah türünden
bir şeyleri zula edip etmediğimizin belirlenmesi için arandı. Gece
yarısı elbiselerinden mahkum olduklarını anlayabildiğimiz gruplar bir
yerlerden geliyordu. Hiçbir suçumuz olmasa bile şu anda burada olmaktan,
onların yerinde olmayı kırk bin kere tercih ederdim.



Ölüm adası!



"Akşam üzeri kollarımı sicimle kıskıvrak
bağladılar bir otobüs tutuklu ile Kırcali'ye götürdüler.
Otobüstekilerinin kiminin başı yarık, kiminin kaşı açık. Kol, bacak,
kelle kan içinde..."



Giyindikten sonra bizleri de ceza evindeki avluda bulunan iki katlı
binaya aldılar ve bir yatak odası büyüklüğündeki koğuşa soktular.
Paslanmış ranzaların üzerinde döşek gibi bir şey yoktu. örtünmek için de
dört parçaya bölünmüş kir yumağına dönüşmüş, battaniye demeye kırk
şahit isterdi. Birer yer seçip, uzandık. Koğuşlarda soba veya kalorifer
türünden bir şey de yoktu. Kışın ayazında bu koğuşun bir buzdolabından
hiç farkı yoktu. Uzun yolculuk ve uykusuz geçen geceden sonra bile
kimsenin gözüne uyku girmiyordu.



İlk sabah koğuştan aldılar, bodrum kata indirdiler. İsimlerimizi
yazıyorlardı. Mehmet İsmail Ahmet dedikten sonra, büyük dedemin adını da
sordular. Yedi sülalemi sorsalar hepsini şöyle sıralayabilecektim;
babamın dedesi Küçük Halil, Halil dedemin babası Yumurtacı Ahmet, onun
babası ise bizim köye yerleşen ilk atamız Uzunoğlu'nun oğlu Hasandı.
Hepsinin de öz be öz Türk ismi çıkacağından koktular herhalde ki
sormadılar. Babamdan Allah bin kere razı olsun bana soyumu sopumu iyi
öğretmişti. Soysuz değildim ve benim soyumun Anadolu'nun Manisa
yöresinden çıkıp, yaklaşık iki asır önce o zamanki Osmanlı sınırlarına
dahil Doğu Rodoplar'ın Sindelli köyüne yerleşen evlad-ı fatihandan
biriydi. Rodoplar'da, daima devlete sadık, fedakar, vefakar ve mazbut
karakterli insanlardı benim atalarım. Osmanlı İmparatorluğu'nun
Avrupa'daki çeşitli eyaletlerinde zaman zaman isyanlar görülür, eşkiya
dağlara çıkarken, bizim bölge her devirde sükün içinde yaşadı. Rodoplu
Türkler, Osmanlı'nın zaferlerinde aynı coşkuyu, kötü günlerde aynı hüznü
yaşadılar. Hatta 1691 yılında Rumeli aşiretleri hakkında çıkarılmış bir
kanunda, "Bu evlad-ı fatihan taifesi öteden beri devlet-i aliyyenin
güzide bir cengaver, itaatlı ferman dinleyen askerlerinden olup, eski
seferlerde küffar ile yapılan harblerde kendilerinden nice yararlık ve
yüz aklıkları zuhur etmiş ve bu sebeple bu taifeye evlad-ı fatihan
tesmiye olunmuştur!"
dendiğini de iyi biliyordum.



Eksi 29 derecede varolma savaşı



Bu gerçekler karşısında Bulgar makamlarına "Afedersiniz, ben yanlış
biliyormuşum, çekin şu sizin isim klavuzunuzdan bir İvan mı olacak,
Petır mı, Georgi mi" diyemezdim. Bir insan namusuyla, şerefiyle,
fikriyle insandır. İnsanca yaşamayacaksam, sadece var olmayı tercih
edemezdim. Nasıl olsa elleri kelepçeli avı tuzağa düşürmüşlerdi. Burada
istediklerini yapabileceklerdi.



Bu düşüncelere dalıp gittiğim anda yeni kıyafet seçme sırası bana
gelmişti. Kim bilir sırtımızdan ne zaman çıkacak bu yeni kıyafetler!?
Astarsız bir ceket, bir don, bir gömlek... Bu meçhul yerde konaklamamız
uzun süreceğe benziyordu. Allah'a bin şükür ki, şu ana kadar idam
gömleğini giydirmediler.



Gecelerden sonra gelen her yeni günü yeni ümitlerle bekliyorduk. Gazete
yok, televizyon yok. Yeni gelenleri de bizim koğuşlara almıyorlar.
Sadece arada bir sorgu memuruna kadar götürüp getiriyorlar. Sorulan
sorular ise "Patlayıcı madde bulunduran birilerini biliyor musun? İsmini
değiştirmeye geldikleri gün neden kaçtın? Bulgaristan Komünist Partisi
(BKP)'nin uyanış harekatını (Vızroditelen protses) tastikliyor musun?"
gibi her birimize sorulanlardı. Sonunda da "Görüyorsun, burada bu
soğukları çekmek istemiyosan, gel bizimle ol ve bu çileden kendini
kurtar. Her şey senin elinde" deniyordu. Bu konuşmalardan sonra evine
gidenler de oldu. Gittiklerinde ne yaptılar, orasını da kendileri
bilir!?



Günler birer birer geçiyor, ama soğuk havalar bir türlü geçmiyordu.
Koğuştaki pencerede buzun kalınlığı ağzımızdan çıkan buhardan her gün
bir kat daha kalınlaşıyordu. Bir sabah gardiyanın biri



"Aranızda Zvezdel'den olan var mı?" diye sordu.



"Ben oralıyım. Hayrola bir durum mu var?"



"Bir durum yok da, bu sabah orada sıcaklık eksi 29 derece olarak ölçülmüş. Burada da tam o kadar" dedi.



Ben otuz beş yıllık ömrümde böyle bir soğuk yaşamamıştım; ama kitaplarda
bundan 100 yıl önce bu derece soğuk yaşandığı yazıyordu.



Bir gün Salih çubukçu başka bir koğuşa değiştirildi. Yerine Topallar'dan
olduğunu söyleyen Muhammet adında iri yarı biri geldi. Kucağında iki
battaniye, sırtında da bizim oralarda 'vatenka' denilen pamauklu işçi
montu vardı. Bir haftalık sakalı gözlerini daha da içine göçmüş
gösteriyordu. Korkak bir hali vardı. O da Kirli'deki ayaklanmada
tutuklanmıştı. Olayı kendi dilinden dinledik:



"25 Aralık'ta Kirli'deki direnişlere katılmıştım. 26 Aralık (1984) günü
işe giderken polisler beni yakaladılar ve Kirli merkeze götürdüler.
Belediye binasında bir odaya aldılar. Ana avrat küfür ederek üç dört
kişi birden saldırıyor; cop, odun, ellerine ne geçerse vuruyorlar,
tekmeliyorlardı. Vurdukça bina sarsılıyor zannediyordum. Biri silahın
dipçiğiyle vurunca sendeleyip, yere yığıldım. üzerime soğuk su döktüler
ayılttılar. Yine kalemi elime tutuşturdular. Yine imza istediler. O an
eşim ve çocuklarım gözümün önüne dikiliyor, sanki 'Bize ihanet mi
ediyorsun baba?' diyorlardı. O an acılarımı unutup tekrar reddediyorum.
Onları kendi elimle Bulgar yapmaya hakkım yoktu. Bu durumda ölümü göze
almıştım ve artık hiç bir şeyden korkmuyordum.



Vursunlar, öldürsünlerdi ama bu imzayı istemesinlerdi. Bir ara benim
bulunduğum odaya orta yaşlarında kucağında iki yaşlarında kurşunlanan
bir çocukla çığlık atan biri girdi. Adamı hemen dışarı çıkardılar.
Bebeklere kurşun sıkan bana hiç acımazdı. Akşamüzeri kollarımı sicimle
kıskıvrak bağladılar bir otobüs tutuklu ile Kırcali'ye götürdüler.
Otobüstekilerinin kiminin başı yarık, kiminin kaşı açık. Kol, bacak,
kelle kan içinde... Mestanlı'dan geçerken orada da ayaklanma olduğu
belliydi. Tutuklu kaldığım koğuşa Mestanlı'dan gelenler olayı
doğruladılar. Bütün bu yaşananlardan sonra çok şükür verilmiş sadakam
varmış, hala sağım!"



Nerede bulunduğumuzu bilmiyorduk



Muhammet buraya bizden önce gelmiş. Nerede olduğumuzu ona sorduk. O da bizim gibi, buranın neresi olduğunu bilmiyordu bize de:



"Ne bileyim. Bana da söylemediler. İki gün önce sorguya alındığımda, Buranın ne cehennem olduğunu biliyor musun?" dediler.



Muhammet'in olayı her birimizin başından bir başka şekilde geçmişti.



Bu meçhul yere geleli bir hafta olmuştu. Aç ölmememiz için sabahları
yağı alınmış, buzağılardan artan süt ve fırından taze çıkan ekmekleri
gece ayazda dondurup bize veriyorlardı. Sabahleyin bize verilen
buzlanmış ekmeği soğuk koğuşlarda koltuk altımıza alıp, yumuşatmaya
çalışıyorduk. Koparabildiğimiz parçacıkların içinde envai çeşit
kurtçuklar, böcekler de bolcaydı. Bu şartlarda iğrenmek olmuyordu. Zaten
günlerdir etli, yağlı yemekten mahrumduk, verilen ekmek de yetersizdi
ve her geçen gün kuvvet kaybediyorduk.



Bir gün koğuşumuzun duvarında hafif bir çıtırtı duyuldu. Sanki ağaç
kurdunun kemirmesi gibi bir ses. Duvar ince bir şeyle deliniyordu. Bu
ses pek uzun sürmedi. Ertesi gün aynı saatlerde yine aynı ses bizleri
meraklandırdı. Bir müddet sonra, ranzanın yanındaki duvarda serçe gözü
kadar bir delik açıldı. Delik bir telle açılmıştı. Duvarın öbür
tarafından Türkçe konuşmalar duyulmaya başlayınca, hepimizin yüzünde bir
tebessüm belirdi.



Sade bir Türkçeyle "Siz kimsiniz, nerelisiniz?" sorusunu duyduk ilk.
Sırayle kendimizi tanıttık. Komşu koğuştaki de Haskovo'dan bizler gibi
tutukluydu. Karamanlar köyünden Halilibrahim ve kardeşi Abdullah
olduklarını söylediler. Daha öğrenecek çok şey vardı ama, kapıdaki ses
bizim konuşmamızı yarıda kesti. Ertesi gün aynı saatlerde yine aynı ses
duyldu. Telefona koşar gibi deliğe bu sefer ben koştum.



Burasının Belene olduğunu öğrendik



"Sen kimsin?" diye sordu.



"Benim adım Mehmet. Koşukavak köylerin-denim. Sen Abdullah mısın, Halilibrahim misin?"



"Ben Abdullah'ın ağabeyi Halilibrahimim. Buraya geleli iki hafta oldu.
Buraya getirmelerinden önce iki hafta Haskovo'da tutuklu kaldık.
Suçumuzu sormak istersen, Türk olmak. Türklüğümle utanmıyorum, gurur
duyuyorum. Ben altmış yaşlarında saçı ağarmış bir kardeşin olarak, eğer
sen de benim kader arkadaşımsan, bu dava için ölmek var dönmek yok. Sen
yanında arkadaşlarına benden selam söyle, Bulgar hükümeti tuttuğu bu
yanlış yoldan ne kadar tez dönerse, o kadar zararı az olur. Eninde
sonunda davamızda haklı olduğumuzu en yakın günlerde herkes göreceğinden
emin olun" şeklinde bize moral veriyordu. Onun bu sözleri hepimizin
yarasına melhem olmuştu. Bu anlam dolu cümleler, adeta gücümüze güç
kattı.



"Ağabey, burası neresi?"



"Burası Belene kardeşim, ama hiç kokmayın. Ben bu temerküz kamplarına 20
yaşında Bulgar krallık yönetimiyle düştüm ve üç yıl burada kalmama
rağmen hala yaşıyorum. İnsanı imam götürürse, evine dönmez, devlet beni
bir kaç defa götürdü, ama çok şükür her defasında evime dönebildim ve
inanın bu sefer de döneriz" diye tekrar ümit dolu sözlerle bizlere
içimizi ferah tutmamızı tenbihledi.



Tuvalette bile namlu alnımıza dayalıydı



Yüzümde korku ve telaşı arkadaşlardan gizleyememiş olacağım ki, etrafıma
toplaşıp, karşı taraftan neler dinlediğimi sordular. Israrlı
yalvarışları karşısında bütün duyduklarımı anlattım. Sonra da
anlattığıma pişman oldum. Benden haberi alanlar, bir köşeye çekilip,
kara kara düşünmeye koyuldular.



Kapıda anahtarın iki kez şıraklamasıyla gardiyanın kapıda görünmesi bir
oldu. "Haydi ihtiyaç görmeye" emrini verdi. Birer birer tuvalete
çıkarıyor. Bir başka gardiyan da kapısız tualetin önünde ihtyacını
görenin başında nöbet tutuyor ve "Daha çabuk, acele et!" türünden
emirler yağdırıyor. Doğru düdrüst bir şey yemediğimiz için içimiz
kuruyor, o da ayrı bir zahmetti. İşin en kötüsü de taharetlenmekti.
Bulgar tuvalet kültüründe su kullanılmıyor, bu iş için bir parça gazete
yeterli sayılıyordu. Havlu, sabun, diş fıçasının burada adı vardı
sadece. Uzayan sakalımızla tam bir esiri andırıyorduk.



Yüz binlere mezar oldu...



1985-1989 yılları arasında çeşitli baskılara maruz kalan Bulgaristan
Türklerinden Cebelli İsmet Paliş, polislerin kurt köpekleri tarafından
parçalanmaktan kurtulanlardan biri. Ayna falan olmadığından her gün
biraz daha eriyen yüzümü göremiyordum, ama bacağımın üst kısmını
tuttuğumda iki elimin parmakları birbirine değiyordu. Bir akşam geç
saatlerde Halilibrahim Ağabey yine duvarın öbür tarafından: "Müsait
misin, kulağını deliğe yaklaştır bak sana neler anlatacağım" dedi ve
anlatmaya koyuldu:

"Mehmetçiğim, bu Belene adasını karış karış tanıyanlardan biriyim. Bu
adaya girip, sağ çıkanlar azdır. 1950'li yıllarda hükümet aleyhtarı yüz
on bir bin kişi hayatını kaybetti. Ama siz korkmayın zamanlar değişti.
Bugün gelişmiş ülkelerde öyle iletişim teknolojisi var ki, her ülkede
olan gelişmeler anında bir başka ülkeye ulaşıyor. Yani söylemek
istediğim, bizim tutuklanıp, yargısız buraya sürüldüğümüzü dünya kamuoyu
duymuştur. Hele hele ana vatanımız Türkiye gibi güçlü bir ülke bu işin
peşini bırakmaz ve davayı sonuna kadar sürdürür, bizi burada biçare
bırakamaz. Bundan hepiniz müsterih olun.



Belene'de eskiden yaşananların ben canlı şahidiyim. Benim burada
bulunduğum yıllarda üç yüz elli gram ekmek tayınımız vardı. Gençliğim
sayesinde ölmeden dayandım ve sağ salim buradan çıktım. Burada açlıktan
kurbağa, yılan yiyenler de vardı. Bir defasında işe giderken, yolumuz
bir çizgiyle belirtilmiş, o izden sapmak yasaktı. Arkadaşlardan biri
çizinin dışında topraktan taze çıkmış bir mantarı görünce dayanamayıp,
koparmak isterken, gardiyan Allah yaratmış demeden o saniyede adamı
oracıkta kurşuna diziverdi. Bir başka günde ise bir arkadaşımız işe
geldiği gün rahatsızlandı, biz de git şuracıkta bir çalının arkasında
yat, biraz dinlenince düzelirsin demiştik. O gün öğle yoklamasında
aramızdan birinin eksik olduğunu görünce, hemen aramaya koyuldular ve
kaçıyor bahanesiyle onu da orada kurşunladılar. Biz o yıllarda her sabah
kalktığımızda koğuşlardan cenaze çıkarıyorduk. Kampın kenarında söğüt
dallarına her gün birilerinin kendini astığı heberi geliyordu. Yaa,
Memetçiğim, buraya bunun için ölüm adası deniyor. Ayrıca yaza erirsek,
tarlalara mısır kazmaya çıkarırlar ve ben o zaman sana nice kafatasları
gösteririm, sen de bu adayı bir mezarlık sanarsın. Eni yaya bir saat,
boyu da iki saat tutar. Yüzölçümünün ise 80 bin dönüm olduğu tahmin
ediliyor. Bu adada mahkümlardan başka kimse barınmaz. Ağır suçlu
mahkümlar şimdi kış günleri kıyıda odunculuk yapar, yaz günleri de kimi
hayvancılık, kimi de tarımla uğraşır" deyip, bu gecelik sohbeti burada
bitirdik.



Belene adı Beyaz Elena'dan kalmış



Ranzaya sırt üstü uzanıp, ellerimi başımın altına aldım, Halilibrahim
Ağabey'in anlatıklarını bir bir hatırlamaya çalışırken, yine bitmek
tükenmek bilmeyen geceden kokuyordum. Herbirimizin gözleri tavanda,
kapının her an şıraklamasıyla sonumuzun geleceği korkusuyla yaşıyordu.
Her an kapı açılır, çıkın korkusu ise içimizden eksik olmuyordu ve günde
defalarca ne zaman bitecekti bu kabus Ya Rab?



öğleye yakın kulağım yine duvardaki delikte Halilibrahim Ağabey'i dinliyordum. O bir rivayeti şöyle anlattıyordu:



"Uzun yıllar önce, Osmanlıların
atlarının Tuna'da sulandığı günlerde, Tuna nehrinin en büyük adasının
yakınlarında bir köy varmış. Bu köyün bütün hayvanları karşıdaki adaya
kayıklarla geçirilip, bütün yaz orada vakit geçirirlermiş.Köyün
çocukları da zaman zaman gidip hayvanları dolaşıp, tuz verirlermiş.
Köydeki Bulgar kızlarının arasında biri pek güzelmiş. İsmi Elena olan bu
kız çocuğu da her geçen gün biraz daha gelişip güzelleşiyormuş. Sarı
saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, hayal bir kız olmuş. Elena da diğer
çocuklarla adadaki hayvanları dolaşmaya giderken, Osman'ın kayığına
biniyormuş. O yıllarda Osman da ayın on dördü gibi bir oğlanmış. Kayığa
karşılıklı oturan iki gencin bir gün kalpleri birbiri için çarpmaya
başlamış...



Kimsesiz adanın söğüt gölgelerinde elleri birleşince, kalpleri de
kaynaşmış. Gizli gizli sevişmeleri de bir gün sır olmaktan çıkmış.
Elena'nın yüzünde beliren çiller, hafiften kabaran karnı, annesinin
gözünden kaçmamış. Olayı daha sonra katil babası da duymuş. Ve olanlar
ondan sonra olmuş...



Kızının Türk sevgilisi olduğunu öğrenen babanın gözüne kan durmuş. Bir
gün kızını alıp adanın kıyısında kimsenin uğramadığı bir yere götüren
baba, zavallı kızcağızı gözyaşına, yalvarıp, yakarmalarına bakmadan bir
ağaca kıskıvrak bağlamış ve onu aç susuz bırakmış.



O günden sonra Elena'nın ortadan kayboluşunu ilk Osman sezmiş. Deli
divaneye dönen Osmancık, çalmadık kapı, aramadık çalı dibi bırakmamış.
"Bela Elena", "Bela Elenacığım"diye çağırıp gezmiş ama Elena'nın bir
sesini duyamamış. Aradan haftalar geçmiş, en nihayet bir gün Bela Elena
(Beyaz Elena) adada babasının bağladığı ağacın altında sivrisinekler
tarafından delik deşik edilmiş bir şekilde bulunmuş. Bunu gören Osman da
güzel Elena'nın bu çirkin ölümüne tahammül edemeyip, eve dönüşünde
kullandığı kayıktan kendini Tuna'nın sularına salıvermiş.



İki aşık birbirine kavuşamamış ama, Bela Elena'nın adı kaynaşmış ve
Belena olmuş. O günden bu güne bilinen İşkence Adası'nın ismi de Bela
Elena'dan gelmiş."




Baba olduğumu iki ay sonra öğrendim



Nurettin, "Hocam, sen müjdeyi hazırla. Sizin köyden Hamdi de var
aralarında ve senin iki aylık kızın varmış" deyince, bu sıkıntı ve
ıstırap içinde yine beni mutlu eden bir an yaşadım. Otuz beş yaşında
babaydım. Gelen yeni kafilede büyük kız kardeşimin eşi öğretmen Şükrü de
varmış. Yine sevinç ve hüzünle dolu bir olay!



O günlerde koğuşlara yıldırım hızıyla bir haber yayıldı: Yeni gelenler
arasında ünlü yazarımız ömer Osman da varmış. On beş yıllık dostum yazar
ömer Osman'a acıdım. Hapisaneden çıktıktan sonra da ameliyatla
böbreğinin biri alınmıştı, yarası kapanmadan da buraya getirilmişti.



Nurettin bu haberi doğrularken bana:



"Hocam, sen müjdeyi hazırla. Sizin köyden Hamdi de var aralarında ve
senin iki aylık kızın varmış" deyince, bu sıkıntı ve ıstırap içinde yine
beni mutlu eden bir an yaşadım. Otuz beş yaşında babaydım. Gelen yeni
kafilede büyük kız kardeşimin eşi öğretmen Şükrü de varmış. Yine sevinç
ve hüzünle dolu bir olay!



Kızımın sağ sağlam doğması haberiyle mutlulukların en yücesini yaşarken,
o gece heyecandan uyku tutmadı. Arkadaşların uykuya daldığı anda kalemi
elime alıp, şu duygu ve düşünceleri kağıda döktüm:



Doğumun huzursuz yıllara rastladı kızım

İlk nefes alacaktın dünyada 22 Ocak'ta

Bir ölüm kalım savaşı başlamıştı Bulgariya'da



85'in üçüncü günü kelepçelendi ellerim

Ertesi gün Belene kampı oldu meskenim

Dışarıda hava kış kıyamet

Koğuştaki bir karış buza bakıyordu Kara Ahmet

Köşede gırla gidiyordu sohbet

Termometre bugün yine eksi yirmi dokuzda

Kurda kuşa cennet, insana cehennem bu ada.

Haberini bekledim kızım altmış gece uykusuz

Sonunda oyun etti Bulgar deyyus

Dün ulaştı hemşerilerimiz, bir kafile

Doğum müjdeni verdi Hamdi hele

Böyle günde baba olmak da nafile

Ben burada biçare sizsiz

Eminim, iyi günleri yakında göreceğiz.

Umutlarım şahlanmış, yarınları bekleyeceğiz.



Sabahleyin bu mısraları arkadaşlara okudum. Dinlediler ve alkışladılar.



Bu sefer sesimiz yüksek çıkmış olacaktı ki, gardiyan hemen kapıya geldi:



"Yabancı dilde konuşmanın yasak olduğunu unuttunuz galiba? Nerede
bulunduğunuzu bir daha hatırlatırım. İnanın ki burası Bulgaristan.
Bundan öte Bulgaristan'da Türk yoktur, Türkçe konuşmak da yasaktır. Bu
size son ikazım. Sonrasına karışmam!" deyip, sertçe kapıyı çekip gitti.
Hüzün içinde ranzalara uzandık, bir günün daha geçmesini beklerken,
Bulgarlar'ın biz Türkleri kıskandığını düşünmeye başladım. Bulgaristan
adına bir güreş milli takım çıkıyor, yarısı Türk, halterde bir Naim
Süleymanoğlu çıktı, dünyaya bedeldi. Fransa Güzel Sanatlar Akademisi'nin
madalyasını Vecdi Raşidov alıyor... Bunun örnekleri saymakla bitmez.
Biz Türkler de maharetli, güçlü ve zeki bir milletin yok olmaması için
bu çilelere katlanıyor, ölümü de göze alıyorduk.



Aradığını bulamadı



O günlerde Kırcali Emniyet Müdürlüğü'nden gelen bir üst düzey yetkili beni sorguya aldı. Yanına girdiğimde:



"Senin ne işin var burada? Nov Jivot gazetesi sensiz nasıl çıkacak?" gibi alaylı bir tarzda sorularla karşıladı beni.



"Akıllı birisin. Vazgeç bu duygu ve düşüncelerden de evine dön. Zatan
hemşerilerinizin hepsi bulgarlığı kabul etti ve hepsi işinde gücünde.
Akşamları sıcacık aile yuvasında hayatını yaşıyor. Niye burada çile
çekeceksin? Sana yardım elimizi uzatıyoruz. Bu kış kıyamette buranın
çilesinden kurtulman senin elinde" dedi.



Söylediklerini çok iyi anlıyordum. Başka bir sözle: gidip komünist
partisinin borazanlığını yapacaktım. Kendi soydaşlarımın bir gün daha
önce Türklüğü'nü köreltmeye katkıda bulunacaktım. İçimden de "Yemezler
Lambrev yoldaş. Geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Nide'ye" diyordum.
Kendi Türklüğüm'ü inkar etmemek için buradaydım. Oysa daha tutuklandığım
gece serbest bırakabilirlerdi. Yeter ki, "Davanızda haklısınız.
Sizlerle aynı fikirdeyim" deseydim, hiç buralara gelmez, arkamda gözü
yaşlı insanlar bırakmazdım.



Böyle bir teklifi kabul etmediğimi görünce küplere binen Lambrev:



"Sen bu kafayla daha çok çekeceksin. Burada üç değil otuz yıl kal da kurtlara kuşlara yem ol!" deyince ben de:



"Buradan çıkmam hiçbir şeyi değiştirmez. Belene Adası'nın dışındaki
Bulgaristan da ayrı bir ceza evi değil mi?" deyince, daha da sinirlenip,




"Başıma dert açmadan defol git. Bir daha gözüm görmesin seni!" derken yüzü sapsarı olmuştu.



Gem vurulmuş itleri andırıyorlardı



Bazı Türk bölgelerinde düzenlenen toplantılarda Bulgar yöneticilerinden
Georgi Atanasov, Grişa Filipov gibileri kendilerini gem vurulmuş it
sanarak, "Türkiye bizim iç işlerimize karışmasın, çünkü kırk beş
dakikada Boğazlar'ı ele geçiririz!" ifadelerini halkın önünde
söylemekten çekinmiyorlardı. Bazı arkadaşları sorguya alan polis
memurları da "Siz Türkiye'ye mi güveniyorsunuz? Türkiye o Balkan
savaşından kalma mavzerlerle bize karşı savaşabilecek mi
zannediyorsunuz?" gibi gülünç laflar sarf ettikleri olmuştu. Buna karşın
ertesi gün herhangi bir Bulgar gazetesinde NATO'nun en güçlü askeri ve
donanımına sahip olan ülkenin Türkiye olduğunu okuyunca, gel de gülme...




Bulgaristan Türkleri'nin dramı dünden değildi. Osmanlı'dan ayrılalı beri
Bulgarlar'ın politikaları hep Türklük ve Türkiye aleyhinde olmuştur. Bu
uygulamalar 21. yüzyıla yaklaştığımız o günlerde zirveye çıkmıştı.



İnşaat işlerine çıkardılar



Nisan ayı başında Belene kasabasına inşaat işlerine gidileceği haberi
geldi. Beşer kişilik sıralar halinde ceza evinin kapısından çıktık. İşe
çıkan gruptaki bazı arkadaşlarımızın ayağında takunya, sırtında
elbiseler yırtıktı. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, Tuna'nın kıyısına
ulaştık. Etrafımızda büyük kurt köpekleriyle dolaşan gardiyanlar vardı.
Ellerinde otomatik silahlar, gözlerinde ise kin vardı ve hep
takipteydiler. Tuna'nın üzerindeki asma köprünün uzunluğunu da
adımlamıştım. İlkbaharda su seviyesinin en yüksek olduğu günlerdi,
köprünün uzunluğu üç yüz seksen adımdı. çalışacağımız yer ise o yıllarda
hazırlığı yapılan Bulgaristan'ın en önemli enerji tesislerinden Belene
Nükleer Elektrik Şebekesi'ne makina techizat üretecek olan fabrikalardı.
Bize verilen işler ise beton, kanalizasyon, hamallıktı. İş yerinde önce
bir çembere alındık. Tüfeklerin tetiğinde parmaklar, her an kaçma
teşebbüsünde bulnacaklar için hazırdı.



Yalanları meydana çıkıyordu



İlk iş günü çok sayıda Bulgar vatandaşı bizi görmeye gelmişti. Daha
sonraki günlerde, bu sivil insanların bazılarıyla beraber çalıştığımız
günler de oldu.



Bulgarlara açık toplantılarda önce bizlerin Bulgaristan'da özerklik
istediğimizi ve Bulgaristan'da yönetimi devirme girişiminde
bulunduğumuzu söylemişler. Daha sonra Deliorman tarafındaki bazı
Türklerin Bulgar çocuklarını kurşuna dizdiği, içme sularına zehir attığı
ve bunun gibi birçok süslü yalanla halkı kandırmışlar. Onların ilk gün
bize karşı olan ilgisini de böylece anlamış olduk. Her geçen gün Bulgar
Hükümeti'nin söylediği yalanlar ortaya çıkıyordu.



Görüşmeler çok sıkı kontrol altında geçiyordu. Türkçe konuşmak
kesinlikle yasaktı. Bizim analarımızın Bulgarca konuşmayı bilmemeleri
bir yana, canlı Bulgar gördükleri bile yoktu. İki ay önce Bulgar adı
verilmekle Bulgar mı olunuyordu? Görüşme esnasında bir çok ana veya baba
hiç bir kelime söylemeden, duvarda resme bakar gibi vaktini geçirip
ayrılıyordu. Kurallara uymayanların görüşmesi de yarıda kesilip, sona
erdiriliyordu. Görüşmelerin bir o kadar da trajik tarafı vardı ki, içler
acısıydı. Müminköy (çayka)'dan ömer genç bir öğretmendi. Tutuklandığı
gün çocuğu yirmi günlükmüş. İlk görüşmede beş aylık bebekle Türkçe
konuştu diye görüşme yapamamıştı. Buna benzer olaylar her görüşme günü
yaşanıyordu. Görüşmelerde getirilen nevaleden ziyade, dış dünyadan
kendimizle ilgili alacağımız haberler daha önemliydi.



Her şeyin yasak olduğu bir ülkedeydik



Domuz eti verilmesine isyan etmemden dolayı beni bir hafta tecrit
koğuşlarına almışlardı. Burada geçirdiğimiz bir haftanın son günü yeni
iki kişi daha geldi. Esmersi olan benim yaşlarında biriydi. Beni görünce
önce irkildi ve heyecanla: "Memet sen misin? Sen sağ mısın?" dedi bana
sarıldı. Bu Koşukavak köylerinden liseden tanıdığım Ali'ydi.
Yanındakinin de Taşlı'dan İsmail olduğunu söyledi. Oturduk bizim yöreden
yeni yeni haberler aldık. Bulgar baskıyı var gücüyle sürdürüyormuş.
Başında bere taşıyanları, bu Türklüğün işareti diye kulağından tutup,
bir çöp kovasının başına götürüyor, "Eğil", diyormuş ve ensesine bir
yumruk indirip, bereyi çöpe düşüyormuş. Biri bağdaş kurup otursa, Türkçe
oturma olarak algılanıyor, Türkçe öksürme, yürüme gibi bahanelerden
insanlara dayak atma fırsatları kolluyorlarmış. Jivkov rejiminin
Türklere yaptığı bu hakaret ve işkenceyi şair ömer Osman Erendoruk
S.O.S. VEYA üçüNCü MEZAR destanında şöyle ifade ediyor:



XXIX



.......



Türkçe söylemek yasak, Türkçe yürümek yaya,

Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya,

Türkçe sevinmeyecek, Türkçe gülmeyeceksin,

Alnından akan teri Türkçe silmiyeceksin.



...........



Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını,

Türkçe ayırmak yasak solunu ve sağını,

Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin,

Türkçe yaşamıyacak, Türkçe ölmiyeceksin.



Burası Türklük akademisiydi



Adada yetişen ağaçlardan tükenmez kalem yapmaya başladık. Bu iş için de
keskin bir bıçak, renkli pilot kalem, ince bir burgu ve ağaç cilası
yeterliydi. Yine o günlerde kulaktan kulağa yıldırım hızıyla bir haber
yayıldı: "Yeni gelenlerden biri Adalı Nuri Efendi'ymiş." Nuri Efendi'nin
ismi, bizlere yabancı değildi. ömrünün 23 yılını Türklük adına Bulgar
hapishanelerinde geçiren bir kahramandı o. Zaten 3 ay önce Eski Zağra
Cezaevi'nden çıkmıştı. Hepimizin çok değer verdiği bu milli
kahramanımızın bir an önce, Ada'da bulunduğu Birinci Cezaevi'nden bizim
olduğumuz İkinci Cezaevi'ne gelmesini dört gözle bekliyorduk. Tecrit
koğuşunda bir hafta kaldıktan sonra tekrar İkinci Cezaevi'ne döndüm. Ulu
kavağın dibinde yeni gelen biri vardı. Gözlüklü, ufak tefek 60
yaşlarında biriydi. Etrafındakiler pür dikkat yeni geleni dinliyordu:
"Ben bu adaya bundan önce iki kez getirildim. İki defa da sağ çıktım.
Allah'ın izniyle bu sefer de sağ çıkarız. O zaman burada üç beş Türk
vardı. Şimdi yüzlercesiniz." Türkler'in isimleri değişirken, Eski Zağra
Cezaevi'ndeydim. Bir gün cezaevi siyasi sorumlusu beni yanına çağırdı.
Olayı kısaca anlattı. Zaten anlatmasına da lüzum yoktu ya. Her şey ayan
beyandı. Adımı değiştirip değiştirmeyeceğimi sordu. Ben de
değiştireceğimi söyledim, başka çaremiz olmadığını söyledim. Kendilerine
aynen şunları söylemekten de çekinmedim: "Bugünden itibaren
Bulgaristan'da Bulgarlar'la Türkler'in arasında öyle bir uçurum meydana
getiriyorsunuz ki, inşaallah, bir gün bu uçuruma sizler düşersiniz"
derken, pek sinirliydim. Kendi kendime artık bu konuşmadan sonra buradan
sağ çıkmam diye düşünmüştüm. çok şükür, sizleri görmek de varmış.
Burada çekilecek çilemizin olması ayrı bir dert ama ne yapalım!?" diye
anlam dolu sözlerle ilginç olayı anlatıyordu.



Ayaklarından tavana asılmış



Nuri Turgut bir gün özgeçmişini anlatırken gençliğinin ilk yıllarında
Komünist Partisi'ni eleştirmesini, kamuoyuna Türk casusu diye haber
yaymalarının sebebini de "Zaten her on yılda bir, bir yerden bir gariban
Türk bulurlar, etrafa korku saçmak için adamı Türk casusu ilan ederler.
Bizimki de öyle bir şeydi. Bulgaristan'da Türkler devlet sırrı ihtiva
eden hangi görevde bulunmuştur? Mors alfabesini bilen mi var içimizde,
telsiz gören mi?" şeklinde açıklıyordu.



Şumnu Nüvab Okulu'ndan sonra Haskovo'da parti teşkilatında çalıştığı
yıllarda BKP'nin Merkez Komitesi'nin toplantısında o zaman göze çarpan
bazı haksızlıkları protesto şeklinde tenkit eden Nuri Efendi,
tutuklanışını şöyle anlatıyordu: "O zaman on dört ay Haskovo Emniyet
Dairesi'nde sorguda kaldım. O yıllarda çektiğim çilelerin hangisinden
bahsedeyim? Ayaklarımdan tavana asıldığımdan mı, elektrikli sandalyeye
oturtulduğumdan mı? Ellerimdeki kelepçelerle on dört gün ceza hücresinde
(Karser) bileklerimin kan, irin içinde kaldığından mı?"



Hayvan necaseti yiyenler olmuş



Konuşmasını burada kesti. Gömleğinin kollarını sıvadı bileklerini gösterirken:



"İşte bakın! Türk casusu olarak suçlandığım zaman şu temerküz kampına
gönderildim" dedi ve parmağı ile karşıdaki söğüt ağaçlarının bulunduğu
yeri işaret etti:



"Şu gördüğünüz bentler o zaman yapıldı. Biz orada çalışıyorduk. El
targalarıyla toprak taşıyarak yapıldı şu bentler. Kampın etrafı derin su
kanalıyla çevriliydi. Yüzme bilmeyenlerin geçebilmesi mümkün değildi.
Benti bitirdik, yine toprak kazıp, taşıyorduk. Niye taşıdığımızı da bir
sorun? Kazdığımız toprağı bir yere taşıyıp, döküyorduk, ertesi gün de
döktüğümüz yerden alıp, kazdığımız yere dolduruyorduk. Terimiz sabahtan
akşama kadar kurumuyor, sırtımızda elbiseler meşin misali kir, yırtık,
yamalı... İşte bu tür eziyetlere maruz kalmıştık senelerce! Şimdi o
günlerin ne kadar vahim olduğunu hatırladıkça, burnumun direği sızlıyor.
Ne acıklı olaylara şahit olmuştuk o günlerde. Açlık kol geziyordu.
Söylemeye dilim de varmıyor, size yalan, bana gerçek, hayvan necasetini
domuz yağı ile kavurup da yiyenler vardı. Ot otlayan, yılan yiyenler,
çöplüklerde soğan kabuğu toplayanları görmüştüm o günlerde. Her gün bir
koğuştan bir ölü çıkıyordu. üstelik ölenleri yakınlarına da vermezlerdi"
diye anlatıyor, anlattıkça da yüzüne, o acı günleri tekrar yaşadığına
dair bir ifade yansıyordu.



Nuri Efendi'nin yaşadıkları gerçekten dinlemeye değerdi, ama her gün işe
çıkmamız gerektiğinden dolayı mümkün değildi. Onlar; yaşlılar ve
hastalar grubu olarak kampta kalıyordu.



Albaya dersini verdi



Kırcali'den gelen Albay Lambrev, bir gün, işe gitmeyenleri ve hastaları
televizyon odasına topladı. Bunların arasında tanıdıklarının yanısıra
tanımadıkları da vardı. Bir ara gözü Nuri Efendi'ye takıldı.



"Bay Nuri dedikleri sen misin?"

"Evet" dedi Nuri Efendi.

"Bize karşı savaşmaktan bıkmadın mı daha?"

"Asıl sizler bana karşı savaşıyorsunuz".

"Burada kendini nasıl hissediyorsun?"

"Fevkalade" cevabını alan Lambrev,



"Bu vahşet adasında olmaktan mutluluk duymana bir anlam veremiyorum. Bunu açıklar mısın?"



"çok açık ve net konuşacağım Lambrev yoldaş. Sizler köyde komşularımı o
kadar çok korkutmuşsunuz ki, onlar benimle konuşmak bir yana, evime bile
bakamıyorlar. Burada ise kader arkadaşlarımı buldum. Bu kalabalığı
görünce iftihar etmemem elde değil. Şimdi onların arasında bulunuyorum.
Bilmediklerini soruyorlar, ben de anlatıyorum" diyor Nuri Efendi.



Lambrev: "Onlar artık Bulgar, nesini anlatacaksın?!" "Bilakis, onlar
asıl buraya düştükten sonra Türk oldular" deyince Lambrev yutkunmaktan
başka bir şey yapamamıştı.



Tarlada kafatasları



Ovaya mısır kazımı için çıkıyorduk. Bir gün Halilibrahim ağabeyle gene
yan yanaydık. Bir ara Halilibrahim ağabey elindeki çapayla bir kemiği
dürttü, "Kışın, koğuşta duvardaki delikten sana anlattığım gibi işte
sana bir kafatası. Belki de burada birlikte vakit geçirdiğim bir
tanıdığımın da olabilir. Şu ölüler bir canlasa da o zaman buralarda
yaşadıklarını anlatsalar. Bulgaristan, Kızılordu tarafından faşizmden
kurtarıldıktan sonra kral ailesi ve yakınları buraya sürülüp, perişan
edilmişti. Kaldığımız zemin hücrelerde doktor arkadaşların, bazılarını
cep çakısıyla ameliyat ettikleri oluyordu" diye anlatmıştı.



....Kışın hafta sonları ormana çıkıp, ormanda odun toplarken kamptan
hayli uzaklaştığımız bir yerde bizi hayrete düşüren bir manzaraya
rastladık. On metre kadar derinliğinde, fıçı şeklinde kuyular ve
üzerlerinde kalın demir parmaklıklar vardı. Daha sonra bunların önceki
dönemlerde burada kalan tutukluların bir kısmının içinde can verdiği
kuyular olduğunu öğrendik. O gün biraz daha kuzeye doğru yürüdük ve
karşımıza Romanya kıyıları çıktı. Tuna'da su seviyesi hayli kabarmıştı.
Atlayıp, kaçmaya niyet etmedik, sınır kaçaklarını Rumenler yakalayıp
Bulgaristan'a teslim ediyormuş. Dönüşte yolu kaybettik. Yol boyunca da
kafatasları, kaburga kemikleriyle dolu bir manzara ile karşılaştık.



Belene halk türkülerine konu oldu...



"örencik Deresi köy oldu bize

Böğürtlen çalıları ev oldu bize.

Atma zalım atma

Kadım yok benim,

Düşmana verecek adım yok benim"...



..."Gide gide yoruldum

Sular gibi duruldum

üzülme anneciğim

Dilim için vuruldum"...



..."Arda'dan Tuna'ya teller gerilmez

Bir gecede Belene'ye varılmaz.

Boşuna tepmeyin yolları anam,

Kuş olsan Belene'ye girilmez"...



İlaç gibi bir meşgale



Bu sıkıntılı ve stres dolu günler bazı arkadaşların psikolojisini de
etkilemişti. Kafayı yemiş ne konuştuğunu bilmeyenler, kamp avlusunda
günlerce dolaşıp duranlar da vardı. Zaman her şeyin ilacıdır derler
ya...



Burada bizim de sinirlerimizi tedavi edecek bir meşgale bulundu. Adada
yetişen bir çeşit çalının özleri çok yumuşak olduğu için kolay
deliniyordu ve sigara ağızlığı yapmaya da çok elverişliydi.



Daha sonra aynı ağaçlardan tükenmez kalem yapmaya başladık. Bu iş için
de keskin bir bıçak, renkli pilot kalem, ince bir burgu ve ağaç cilası
yeterliydi. Burada diğer bir eğlencemiz de zeytin çekirdeklerinden
hazırladığımız tesbihlerdi. ürettiğimiz ürünlerden bir ek gelir sağlama
amacımız yoktu. Maksat kendimizi oyalayıp, stresten
kurtulmaktı.Yakınlarımızın çocukları bu kalemlerle okula gittiklerinde
Bulgar çocuklarını imrendirmişler ve akşamları evine giden Bulgar
çocuklarının da babalarına



"Sen de Belene'ye gitsen de bana kalem yapsan" dediklerini bile
duymuştuk. çocuklara hak veriyorum, yaptığımız tükenmezler göz
kamaştırıyordu. Yılan, kuş kimin ne tür motif aklına gelirse işliyordu.



Belene'den, Bobovdol'a, sürgün Türkiye'ye göç...



O günlerde bizim buradaki sayımız yüz kırk kadardı. Hepimiz kampta son
günleri yaşadığımız ve yakında buradan ayrılacağımız beklentisiyle
yaşıyorduk. Bütün gün etrafı kızdırmaya başlayan güneşin altında
yatıyor, verirlerse yiyor, vermezlerse açla tok arası gün geçiriyorduk.
Bir öğle üzeri gardiyan listeyle geldi ve çok sayıda kişinin ismini
okuduktan sonra:

"Bu listede isimlerini duyanlar, akşama sırtlarındaki elbiseleri teslim
etsinler ve sabah çok erken kalkacaklar'' dedi. Sabah o kadar erken
uyandık ki, belki birileri sevinçten gözünü kıpmamıştı. Erkenden yola
çıkmadan önce küçük birer koli içine yerleştirdiğimiz şahsi eşyalarımızı
aldık, koridorda iki sıra olmuş olan arkadaşlarla tek tek vedalaşırken,
"Allah bir daha düşürmesin'' temennilerinde bulunduk. Tuna'da köprüden
son defa geçerek kontrol memurunun yanında mola verdik. Yarın kim bilir
ve nerede kiminle birlikte olacaktık?



Hayvanlarla araçlara bindik





çıkmadan önce eşyalarımız son defa arandı. Yoklamadan sonra dışarıda
bekleyen penceresiz, sirk hayvanlarını taşıdıkları otobüslere
bindirdiler. Otobüslerin her yanı kapalıydı . Tuvalet ihtiyacı için özel
izin alınacak ve otobüsteki kovaya yapılacaktı. Tam gün gittikten sonra
en nihayet sert bir fren sesiyle bugünkü meçhul yolculuğumuz da bir
yerde noktalandı. İndiğimiz yerde yine tel avlular, buranın da bir ceza
evi olduğunu gösteriyordu. Karşımızdaki yüksek tepenin eteklerinde kömür
ocaklarından buranın Bobovdol olduğunu hemen anlamıştık. Eşyalarımızı
aldık, etrafımızda yine ellerinde zor zaptetikleri kurt köpeleri ile iki
sıra olmuş polisler bir vukuata sebep vermeden bizleri tutuk evine
aldılar. Avlu kapısına kilit vuruldu ve bizim akşama evde ailelerimizin
yanında olma hayallerimiz yine suya düştü.





çifte bayram yaşadık



On üç ay kaldığımız Bobovdol tutuk evinden de her gün inşaat işlerinde
çalışarak geçmişti. 87'nin Nisan'nda arkadaşlarımızdan bazıları tahliye
olup, kimi evlerine, kimi de bulunduğumuz Köstendil'deki Bulgar
köylerine sürgüne gönderiliyordu. Bir yıl önce Belene'den buraya
getirilen 84 kişiden 22 kişi kalmıştık. Elimizde birer çuval ve birer
koli eşya ile otobüste yerlerimizi aldık ve bir yıl bir buçuk ay sonra
bu tutuk evinden de ayrılıyorduk. Bobovdol'un batısına doğru yol alan
otobüsün bizleri Köstendil iline sürgüne götürdüğünü anladık. Yol
boyunca yemyeşil bahar tazeliğini seyrederek ilerlerken, tarlalarda
çalışanların kılık kıyafetinden bizim hemşerilerimiz oldukları da
anlaşılıyordu. Komünistler kıyafet reformunu 1960'ta kooperatifleşme
reformundan hemen sonra yapmışlardı. Bir gün bölgemizde on iki köyün
kadınlarını merkez köy Zvezdel'e topladılar. O gün orada bütün kadınlara
topluca feracelerini attırıp, fistan giydirmişlerdi. O dönem yöre halkı
inançlıydı ve açılıp saçılmayı büyük günah olarak kabul ediyorlardı. Bu
reformu gerçekleştirmek de pek kolay olmadı. Bazı köylerde tarlaya
gidip, kadınlara şalvarı çıkartmak isteyenlerden öldürülenler de
olmuştu.



İlk durduğumuz köyde Ahmet Hasipoğlu kalacaktı. Otobüsten indiğimizde
köy meydanında parkedilmiş Kj plakalı bir Moskoviç gördük. Otomobilin
sahibi Türk'tü, adama yaklaştık: ''Hemşerim, bugün bayram mı?'' diye
sorunca adam da Türkçe:''Tabii, bugün Ramazan Bayram'ın ilk günü''
cevabını verdi. Hasipoğlu'nu bu köyde bırakıp, ototbüse bindik. Hepimiz
kucaklaşıp, birbirimizin bayramını tebrik ederken yanımızdaki polisler
de şaşakaldılar. Hayretle bize bakıp, ''Ne oldu sizlere?'' diye sormadan
edemediler. Biz de Müslümanların bayramı olduğunu söyledik. Hepimiz tek
tek köylere bırakıldık. Dragoviştitsa diye bir köyün ise benim mekanım
olacağı söylendi. Polis bana kalacağım tek odayı gösterirken, ''Burada
kaldığın sürede tutum ve davranışlarına dikkat et. Köyü terk etmen
yasak, içkili alem yapıp asayişi bozma! Diğer köylerdeki arkadaşlarınla
görüşmen de tamamen yasak!'' gibi daha bir sürü yasaklar sayıp, yanımdan
ayrıldı.





Sefalet içindeki çocukluğum



O akşam iki buçuk yıldan sonra yalnız kalmıştım.Yalnızlık da sıkıcıydı.
Yatağa uzandım. Geçmiş yıllarımı düşünüyordum. önce çocukluğum canlandı
hafızamda. Türkçe eğitim ilk okul son sınıftayken mecburen Bulgarca
oldu. üç beş kelime Bulgarca bilmekle ne tarihten, ne fen bilgisinden
hiç bir şey anlamadan sınıf geçiyorduk. Koşukavak Lisesi'ne gittiğimizde
Bulgar çocukların arasında çok başarılı olamadık. Komünizmin ideal bir
sistem olduğu bizlere okulda aşılanıyor ve biz de öğretmenlerin, parti
yöneticilerin dediğine inanıyorduk. Yarım yamalak Bulgarcamızla herkesin
eşit haklı olduğunu, hür yaşayacağını anlayabiliyorduk. Ben ilk okula
başladığım zaman bizim yöre halkının hayatında önemli bir iktisadi ve
toplumsal olay olarak hatırladığımız kooperatifleşme de
gerçekleştirilmişti. Köylünün müşterek tarlaları vardı ve Sovyetler
örneği ayrı gayrı yoktu. Evimizde bir inek, beş koyundan fazla hayvan
bulundurmak yasaktı.



Komünizmide eğitimin temel amacı komünist terbiyesi aşılanmasıydı.
çocuklar teşkilat işlerine ilk okul birinci sınıfta çavdarçe olup, mavi
boyunbağı takılmasıyla başlardı. Bu çocuklar ilkokul son sınıfta Piyoner
olup, üyelikleri orta okulun son sınıfına kadar devam ederdi. 15
yaşından sonra da Komsomol teşkilatına üye edilirler, otuz yaşına kadar
bu teşkilatta kalırlardı. Sonra da çok 'Layık' olanlar komünist
teşkilatı saflarına girerek, Marksizim Leninizm ilkeleri doğrultusunda
yaşamaya ve çalışmaya gayret gösterirlerdi. Komünistlerin en önemli
vasfı da ateistliği savunmaktı. O açıdan Bulgaristan devletinin en büyük
düşmanları da din adamları ile Türkoloji mezunlarıydı. Din adamlarını
inanç açısından karşılarına almışlardı, Türkologları da Türk
milliyetçisi olarak görüyorlardı. Devlet yetkilileri benden hem
Türkolog, hem de babamın hafız olmasından dolayı iki kat nefret
ediyorlardı.





Sevdiklerime kavuştum



Köye geldiğimin üçüncü sabahı köy merkezindeki berbere çıktım. Oradan
çıktıktan sonra otobüs durağına doğru bakınırken, polis karakolu
önündeki parktan hızlı adımlarla ilerleyen bir bayanı eşime benzettim.
Daha dikkatlice bakınca ta kendisi olduğunu anladım. Koşar adımlarla
yaklaşırken, o da beni gördü. Parkın içinde buluştuk. Babam ve Nevin'le
birlikte gelmişler. Babam parkın kenarında oturuyor, Nevin de kucağında
uyuyordu. Hep birlikte kaldığım eve doğru ilerledik. Eve kadar Nevin hiç
uyanmadı. Son aylarda babamın gözlerindeki katarak da epey ilerlemiş,
görmekte de güçlük çekiyordu.



''çok ağladık ananla'' sözleriyle başladı konuşmaya. Sonra devam etti:



''Hayatımız karardı. Tam yetmiş gün, yetmiş gece evimizde lamba yanmadı.
Sen karanlık zindandayken, biz evde ışıkta oturamazdık. çok dua ettim
Allah'a. Allah büyük, bizleri yine biraraya getirdi. çok şükür ya Rab!''
diye dua etmeye devam etti.



İki buçuk yaşında olmasına rağmen ve Bulgaristan'da Türkçe konuşma
yasağı varken, çok düzgün Türkçe konuşuyordu, tek kelime de Bulgarca
bilmiyordu. Tek kusuru bana baba diye hitap etmiyordu. Annesinin yanında
beni işaret ederek, ''Bu'', ''İşte o adam'' şeklinde konuşuyordu.



Köyün tek ustasıydım



Belene'de duvar örmeyi, sıva yapmayı, tenekecilik işlerini öğrenmem bu
köyde işime yaradı. Köyde usta olarak adımız duyulmaya başladıktan sonra
her gün kapımı çalan müşteri oluyordu. Köyde şahıslara işe gittiğimde
ilk şartım, bana verdikleri öğle yemeklerinde domuz eti olmayacaktı.
İkinci şartım da içecekler alkolsüz olmalıydı. bU Köyde hükümet
yetkililerinden korkmayanlar bana Memet, korkanlar ise Maystore (Usta)
diyordu. Bana Türk ismimle hitap etmeleri beni mutlu ediyordu.



Bir gün bir evin kapak kiremitleri değişecekti. Her evde olduğu gibi
burada da iki yaşlı karı koca vardı. Kiremitlerin arasında henüz
yumurtadan çıkmış kuş yavrularının bulunduğu yuvalar vardı. Yaşlı bulgar
aşağıdan yuvaları bozup, atmamı istiyordu. Ben de her yuvayı
yavrularıyla başka bir yere değiştirip, güzelce yerleştiriyordum. Ev
sahibi Bay Asen şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Bir ara dayanamadı:



''Mehmet Usta, siz Türklerin gaddar olduğunu söylerlerdi. Bakıyorum da
sen bir kuş yavrusunun bile canına kıymaya cesarat edemiyorsun?'' dedi.





Nevin'e kardeş geldi



Bizim hanım 18 Şubat 1988'de doğum için hastaneye girdi. Annesinden ilk
kez ayrılan Nevin ağlıyordu. Onun ağlaması benim de yüreğimi göynüttü.
Nevin'in eli elimde, şehir merkezine doğru ilerliyorduk. Kendi kendime,
''Bizim evimiz barkımız, eşimiz dostumuz, konumuz komşumuz varken, neden
buralarda biçare dolaşıyorduk?'' diye sorarken, ben de epey
duygulandım. Kime ne yaptık da buralara sürülüp cezalandırılıyorduk?
Benim de gözlerim yaşarmıştı, ama Nevin kendi gözyaşlarından
benimkilerini göremiyordu.



3 Mart günü yine görüşmeye geldik. Bizim hanımın yerine oda arkadaşı
çıktı: ''Maalesef, hanımınız gelemiyecek, doğum sancıları tuttu. Ebe
saat sekiz civarı doğum gerçekleşebilir dedi'' haberini verdi.



Akşam satlerinde doğum şubesinin ziline bastık. Kapıya gelen hemşire,
elinde listeye baktı. Doğum normal geçmiş, bize de bir kız çocuğumuz
olduğunu müjdeledi.



1988 Eylülünde sürgünden dönmüştük. O kışı köyde geçirdik. İlk baharda
bir akşam sivil polis Brusev, beni bahçeye çağırdı; ''İşte sana dün
vadettiğim gün geldi. Şu evrakları, doldur. Gereken fotoğrafları
hazırla. Yarın Mestanlı'ya uğra, devlete olan borcun varsa, kapat'.
Sınır dışına çıkacaksın'' dedi.



Bunun için gereken eşyamızı toplayıp, bavullara koyduk. Gece on ikiye
kadar kimsenin gelmediğini görünce, sabah ola hayır ola deyip, yattık.
Sabah hayırlı bir gün, cumaydı. Aynı zamanda bir olay çıkar korkusuyla
köye zırhlı araçlarla polisler gelmişti. Polisler öğleyin hazırlanmamızı
istedi. Eşle dostla edalaşırken, göz yaşları sel olup, akıyordu. Kızım
Nevin bir ara dürttü, kendime geldim: ''Baba, buraya bir daha
misafirliğe de mi gelmeyeceğiz?'' diye sordu. ''Bilmem kızım. Bu sistem
burada var oldukça her halde gelmeyeceğiz'' dedim. Dört yaşında bir kız
çocuğu bile göz açtığı memleketinden ayrılırken, ayrılmanın acısını
yaşıyordu. Trene bindik, Avusturya'ya gidiyorduk. Bize yol boyunda bir
miktar döviz verileceği söylenmişti. Tüm paramızı da yanımıza almıştık.
Sınıra yaklaştığımız zaman döviz verilmeyeceği açıklandı. Hanıma bir
gazete kağıdına sarıp, tuvaletteki çöp sepetine atmasını söyledim.
Anlaşılan bizimle ilgili ihbar da gelmiş olmalı ki, bir tanesi
eldivenleri eline geçirip, tuvaletteki sepetlerden paraları toplamış. Bu
Bulgar'ın bize attığı son kazıktı. Bulgar topraklarından ayrıldığımız
an yıllardır içimizde biriken çilenin acısını derin bir of çekerek
attık.



Viyana'da iki gün kaldık. 30 Mayıs 1989 yılı gece saat ikide İstanbul'a
indik. ****** Havalimanı'nda bizim uçağı bekleyen on beş bin kadar
kişiyle buluştuk. Hanımı köyünden Mustafa Vatansever ile eşi Nebibe
tanıdılar. Bir taksiyle Beşyüzevler'e gittik.



Sabaha karşı hoparlörden yükselen ezan sesiyle uyandık. O sabah bizden
mutlusu olamazdı-biz artık Anavatan Türkiye'deydik. Yeniden doğmuşçasına
yeni bir hayata başlıyorduk.





Bulgaristan'da demokrasi göçü göç işsizliği getirmiş



Demokratik bir rejimde yaşayan Bulgaristan Türklerinin son yıllarda
manevi açıdan pek bir sıkıntıları yok sayılır. 1990'dan itibaren
Bulgaristan'da din eğitimi serbest, köy ve kasabalarda din hocaları var.
Köylerde kapatılan mescitler açılmış, camiler beş vakit namaz kılmak
için açık. İmkanı olanlar Hac farizasını yerine getirebiliyor. Haftalık
türkçe gazeteler yayınlanıyor, Bulgar Devlet Televizyonu kanalında
Türkçe haber saati bulunması da bu ülkede Türkler lehine müspet
gelişmelerin başlıcaları.



Son seçimlerden sonra hükümet ortağı olan HöH (DPS)'ye iki bakanlık
verilmesiyle ilk defa Bulgaristan'da Türklerden bakan seçildi. Bütün
Bulgaristan halkı gibi buradaki Türkler de Bulgaristan'ın 2007'de AB
üyesi olacağı ümidiyle yaşıyor. Bulgaristan uyruklu vatandaşlara 2001'de
bazı Batı Avrupa ülkeleri için serbest dolaşım izni verilmesi, bazı
ailelerin geçimini rahatlatsa da yerel iş adamları bunun ekonomideki
dengeleri bozduğu kanısında.



2002'nin Ekim ayı sonunda Bulgaristan Türklerinin ''Mandela''sı Nuri
Adalı'nın Mestanlı'da 80. doğum yılı kutlandı. Mestanlı Belediyesi
tarafından kasabanın ''Fahri hemşehrisi'' ilan edilen Nuri Adalı,
ömrünün 23 yılını Türklük davası için Bulgaristan ceza evlerinde
geçirmişti. Kutlama töreninde devlet ve parti temsilcileri de hazır
bulundu. Jivkov döneminde ömür boyu devlet güvenlik güçleri tarafından
takip edilen ve defalarca da tutuklanıp, ceza evine atılan Nuri
Adalı'nın doğum günü kutlama töreninde kasabanın emniyet teşkilatından
da temsilcilerin katılması, bugünlerde Bulgaristan vatandaşlarının
baskıdan kurtulduğunun bir göstergesiydi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://gocmenpiyanistler.yetkin-forum.com
 

-Belene-

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

 Similar topics

-
» Belene Mağdurları BAL-GÖÇ’ü Ziyaret Ettiler

 Konu Etiketleri Etiketler
 Konu Linki Konu Linki
 Konu BBCode BBCode
 Konu HTML Kodu HTML Kodu
Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
WwW.GocmenPiyanistler.CoM -Bulgarca Mp3 :: GöçmenPiyanistler :: 
BALKANLARDA TÜRK TARİHİ VE BG İLE İLGİLİ YARARLI BİLGİLER
-